MEVZUU:

a) Evliyanın bazısından harika kerametlerin çok, bazısında ise; az zuhur ettiğinin sırrı;
b) Tekmil ve irşad (olgunlaşma ve hakikate ulaşma) makamının ehemmiyetinin beyanı. Ve; buna münasip bazı hususlar.


***

NOT: İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mirza Hüsameddin'e yazmıştır.

***

Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Seyyid'ül-mürselin'e ve onun temiz âline..

Hatıra şöyle geldi: Benimle dostlar arasındaki surî uzaklık zuhur edince, zahirî buluşma dahi Anka kuşu gibi bir şey olunca; en münasibi, ilimlerden ve maariften yana kendilerine bir şeyler yazayım..

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, anlatılan mânâdan yana bir şeyleri zaman zaman yazacağım. Temennim o ki: Bu iş bıktırmaya varmasın.

***

Ey Mahdum,

Aramızda velâyet bahsi olduğu, avam halkın nazarı dahi hark kerametlerin zuhuruna dönük bulunduğu için; bu mânâda bazı hususları yazacağım. Onların duyulması lâzımdır.

Bilesin ki,

Velâyet, fenâ ve bekâdan ibarettir. Harika kerametler ve kesifler onun levazimi arasındadır. Amma az, amma çok..

Ancak, kendisinden zuhur eden kerameti çok olanın, velâyeti daha tamam, velâyetten yana hazzı daha bol olduğu mânâsı çıkmaz. Niceleri vardır ki: Kendisinden zuhur eden kerameti azdır ama, velâyet durumu kemal mânâdadır..

Harika kerâmetlerin çok zuhur etmesinin dayanağı iki şeydir:

a) Uruc zamanı, daha yükseğe çıkmanın çok oluşu..
b) Nüzul zamanı ise; aşağı inişin azlığı..

Belki de, harika kerametlerin çokça zuhur bulması, nüzulün azlığıdır. Amma, uruc yanı hangi şekilde olursa olsun..

Çünkü, nüzul sahibi, sebepler âlemine iner. Eşyanın orada varlığını sebeplere bağlı bulur. Müsebbib'ül-esbab zatın fiilini, sebeplerin perdeleri arkasında görür..

O kimse ki, nüzul eylemez veya nüzul eder de sebeplere ulaşamaz; onun nazarı yalnız: Müsebbib'ül-esbab'ın (sebeplerin müsebbibi olan Allah'ın (C.C.)) fiilinde kalır. Zira sebepler, onun nazarından tamamıyla kaldırılmıştır. Nazarı yalnız, Müsebbib'-ül-esbab'ın fiiline takılmıştır.

Hiç şüphe edilmesin: Sübhan Hak anlatılan iki zümreden her birine, ayrı ayrı muamele eder. Bu muamele dahi, her ikisinden de ayrı ayrı gelen zanna göredir. Sebepleri göreni, sebeplere ulaştırır. Sebepleri görmeyenin ise; sebeplerin tavassutu (vasıta oluşu)  olmadan işini hazırlar.. Şu hadis-i şerif, anlatılan mânânın şahididir:

— «Ben, kulumun bana olan zannına göreyim.»


***

Bir müddetten beri, hatırda şöyle bir kurcalanma vardı: Bu ümmetin pek kâmil velîlerinden, harika kerametlerin zuhur etmeyiş sebebi nedir?. Halbuki onlar, geçmişte çoktu. Hiç olmazsa, Seyyid Muhyiddin Abdülkadir Geylânî Hazretlerinden zuhur ettiği harika kerametler gibi zuhur etmeliydi.. Ama, işin sonunda, bu muammanın sırrını, Sübhan Hak izhâr eyledi..

Ve; bildim ki: Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Seyyid Muhyiddin Geylânî, yükseliş itibarı ile, pek çok evliyanın çok çok yükseğine çıkmıştır. Nüzul canibinde ise; ruh makamına kadar inmiştir o kadar. Ki bu ruh makamı, sebepler âleminin üstündedir.

Hasan-ı Basrî ve Habib-i Acemî'nin hikâyeleri, bu mânâlara münasiptir. Daha önce anlatılanı teyid ve takviye eder mahiyettedir. Şöyle olmuştu:

Bir gir gün, Hasan-ı Basrî nehir kenarında durmuş; gemi bekliyordu .. Nehri geçsin.. Bu sırada, Habib-i Acemi geldi, şöyle sordu:

— Neden burada duruyorsun?.

Hasan-ı Basrî şöyle dedi:

— Gemi bekliyorum.

Habib-i Acemî şöyle dedi:

— Gemiye ne hâcet?. Sende yakin yok mudur?.

Hasan-ı Basri ise, ona şöyle sordu:

— Sende de ilim yok mudur?.

Bundan sonra, Habib-i Acemî, gemi yardımı taleb etmeden, suda yürüyerek geçti; gitti. Hasan-ı Basri ise; durup gemi bekledi.

Bu mânâdan anlaşılıyor ki:

Hasan-ı Basri, sebebler âlemine nüzul etmiştir. Bunun için, kendisine, sebepler tavassutu ile muamele olundu..

Habib-i Acemi ise; sebepleri atmış; onları nazardan tamamen silmiş vaziyette.. Buna dahi, sebeplerin tavassutu olmadan muamele olunmuştur.

Ancak, bu durumda fazilet üstünlüğü, Hasan-ı Basri'ye aittir. Çünkü: Ayn'el-yakin, ilm'el-yakin arasını birleştirip eşyayı olduğu gibi gördü.

Kaldı ki kudret; işin aslında, hikmetin arkasında saklıdır.

Habib-i Acemî'ye gelince, onun sekr hali vardı; hakikî faili yakinen biliyordu. Onun bu bilgisine, sebeplerin dahli yoktu. Amma bu görüş, işin özüne mutabık değildi. Çünkü: Vakıalar icabı, sebeplerin tavassutu olmaktadır.

***

Tekmil ve irşad muamelesine gelince.. Bu, harika kerametler zuhuru muamelesinin aksinedir. Çünkü, irşad makamında, nüzul her ne kadar fazla olursa; orada, irşad daha mükemmel ve daha çok olur. Şundan ki: Mürid ile mürşid arasında münasebet husulü gereklidir; bu da nüzule bağlıdır.

Bilmiş olasın ki.

Yükselmek, ne kadar çok olursa; nüzul dahi o nisbette daha ağır basar. Bu mânâ icabı olarak, Resulûllah (S.A.) efendimizin yükselmesi her şeyden fazladır. Nüzul vakti ise; her şeyden altta nüzul eylemiştir Bundandır ki: Daveti pek tamamdır.

Onun Resul olarak gönderilmesi, bütün âlemedir. Bu sebeple de, her şeyle münasebeti vardır. Bu dahi son derecede nüzulü vasıtası ile olmuştur. Faydalı olma yolu ise; pek tamamdır.

Bu yolun mutavassıt (ortada) olanlarından gelen fayda; dönüşü olmayan müntehi zatlardan gelmesi müyesser olmaz. Çünkü, mutavassıt olanların, müptedi olanlarla daha fazla münasebeti var. Yani: Dönüşü olmayan müntehi zatlara nisbetle..

Üstte anlatılan mânâ icabı olarak, Şeyh'ül - İslam Herevi şöyle dedi:

— Eğer Harkanî ile, Muhammed Kassab bir yerde olmuş olsalardı; sizi Muhammed Kassab'a yollardım; Harkanî'ye değil.. Zira o: Sizin için Harkanî'den daha faydalıdır.

Yani: O müntehi idi; ondan, müridin alacağı haz az olur..

Burada anlatılan müntehilerin tamamı değildir; ancak dönüşü olmayan müntehilerdir. Çünkü: Onun hakkında tam olarak, faydalı olamamak gayrı vakidir.

Resulûllah (S.A.) efendimizin intihası (nihâyeti), her şeyden daha ileri idi. Hal böyle iken, onun faydalı olması dahi, her şeyden daha fazla idi..

Faydalı olmanın ziyadeliği ve noksanlığı, dönüşe ve hubuta (inişe) bağlıdır. İntihanın (nihayete varmanın) olmamasına ve olmasına değil..

***

Burada bir incelik daha var; onun da bilinmesi gerekir. Şöyle ki: Velâyet halinin kendisinin husulünde, ilim sahibinin kendi velâyetini bilmesi şart olmadığı gibi; -ki bu mânâ meşhurdur- kendisinden zuhur eden harika kerametlerin zuhur ettiğini bilmesi dahi şart değildir. Çoğu zaman insanlar, onun kerametlerinden anlatırlar; ama onun bunlardan hiç de haberi yoktur; onlara muttali değildir.

İlim ve keşif sahibi velîler için caizdir ki: Kendi harika kerametlerine ıttılaları bulunmaya (muttali olmayalar).. Bunların misali (benzeyen) suretleri, müteaddit yerlerde zuhur eder. Bu suretlerden dahi, hayret veren işler meydana gelir; duyulmamış haller çıkar. Hem de uzak mesafelerde.. Ama, o suret sahibi, bunların hiç birine muttali değildir.

Bir mısra:

Fiil ancak ondandır; gayrisi mazhar..

***

Hizmetinde bulunduğum önderim şeyhim (Muhammed Bakibillah) Allah sırrının kudsiyetini artırsın; şöyle anlattı:

— Aziz zatların biri şöyle dedi:

— Bana gelenlerden bazıları uzak yerlerden gelerek şöyle derdi.

— Hayret, seni Mekke-i Muazzama'da gördük. Ben de oradaydım; birlikte haccettik.

Onlardan bazısı da şöyle derdi:

— Seni Bağdad'da gördüm.

Böyle diyerek, muhabbet ve meveddet (dostluk, sevgi) izhar ederlerdi; halbuki hiç evimden çıkmamıştım. Onlara benzeyen kimseleri dahi hiç görmüş değildim. Hangi töhmetti ki, beni onunla itham ediyorlar?. Bütün işlerin hakikatlerini en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***

Bundan daha fazlasını yazmak, yormak olur. Şayet susuzluğunuz malum olursa; bundan daha fazlasını yazarım.

Haliyle Allah-ü Teâlâ dilerse.

 


Hakîkat Kitâbevi Tercümesi