MEVZUU: ***
NOT: İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu. Molla Abdülhayy'e
yazmıştır. Allah-ü Teâlâ, seni irşad eylesin.. Bilesin ki. Sübhan Hakkın zatına karşı ilm-el-yakîn. Yüce Mukaddes Allah'ın kudretine delâlet eden âyetleri şühuddan ibarettir. Bu şühud için: – Seyr-i afaki.. Denir.. Amma zatî olan şühud ve huzur, bunlardan hiç biri, seyr-i enfüsîden başkasında mutasavver değildir; salikin, nefsinden başka yerde de olmaz.. Bir şiir: Yakında bileceksin, olmayacak uğrağın; Ancak sanadır, sonuna varınca durağın. Kendi haricinde müşahede ettiği, Yüce Hakkın zatına delâlet eden eserler ve delillerdir. O Yüce Sultan'ın kendi müşahedesi değildir. *** Kutb'ül-muhakkinin Seyyid'ül-ârifin Nasırüddin Hâce Ubeydüllah Ahrar, Allah sırrının kudsiyetini artırsın, şöyle dedi: – Seyir iki nevidir: a) Seyr-i mustatil. b) Seyr-i müstedir.. Seyr-i mustatil, uzaklık içi uzaklıktır. Seyr-i müstedir ise yakınlık içi yakınlıktır. Seyr-i mustatil: Maksudu, salikin kendi nefis dairesinin haricinde aramasıdır. Seyr-i müstedir: Kalbinin çevresinde deverandır. Maksudu, nefsi yanında taleb etmektir. Hissi ve misali suretlerdeki tecelliler; keza nurların hicabında bulunan tecelliler, hep ilm-el-yakîne dahildir. Amma hangi suret olursa olsun; hangi nur olursa olsun. Ve o nur mükeyyif, mülevven, mütenahi olsun veya olmasın; kâinatı da muhit olsun veya olmasın. Mevlâna Mahdum Abdurrahman Cami: Ey onu arayan, bütün mekânlarda; Ondan soran, uzaklarda yakınlarda.. Lemaatın üstte anlatılan beytinin şerhini yapıp açıklarken şöyle demiştir: – Bu, afakî müşahedelere işarettir; ki ilm-el-yakîni ifade eder. Böyle bir müşahede, esas maksuddan haber vermediği gibi onun huzurunu da getirmez. Hiç şüphe edilmeye ki: Dumanın ve sıcaklığın bulunması, ateşin varlığına delâlet eder. Böyle bir şühud dahi, ilim dairesinden çıkmaz. Ayn-el-yakini ifade etmediği gibi, salikin vücudunu dahi ifnâ etmez. Ayn-el-yakîn, yakini ilim ile malum olduktan sonra; Sübhan Hakkın şühudundan ibarettir. Böyle bir şühud dahi, salikin fenâ bulmasını gerektirir. Bu şühudun ağır basması halinde, onun taayyünü tamamen mütelaşi olur, şühud gözünde, kendisinden eser kalmaz. Şühudda fâni ve müstehlik olur. Bu Taife-i Aliyye katında, bu şühud şöyle tabir edilir: – İdrak-i basit.. Allah onların sırlarının kudsiyetini artırsın. Bundan başka şöyle de denir: – Marifet.. Bu idrâkte avam ve havas müşterektir; lâkin aralarında bir fark vardır. Şöyle ki: Havas zümreye, Sübhan Hakkı müşahede işinde, halk bir sıkıntı olmaz. Zira, onların müşahede gözünde, Sübhan Hak'tan başka meşhud olan yoktur. Avam zümreye gelince, halkın bunlara sıkıştığı vardır. Bundandır ki, anlatılan müşahededen tam olarak, bunların zühulü vardır. Ve onların bu idrâkten haberleri yoktur. Ve; bu ayn-el-yakîn, ilm-el-yakînin hicabıdır; nitekim ilm-el-yakîn de ayn-el-yakînin hicabı olduğu gibi.. Anlatılan bu şühud tahakkuk ettikten sonra, hayretten ve cehaletten başka bir şey idrâk edilmez. Bu makamda, asla ilmin mecali yoktur. Allah sırlarının kudsiyetini artırsın; büyüklerden bazısı şöyle dedi: – İlm-el-yakîn, ayn-el-yakînin hicabıdır; ayn-el-yakîn dahi ilm-el-yakînin hicabıdır. Yine şöyle dedi: – Hak marifetle arif olanın alâmeti odur ki; sırrına muttali olduğu zaman, ona dair bir bilgi bulamaya.. İşte bu, marifette kâmil olmuştur; bunun ötesinde dahi bir marifet yoktur. Allah, sırlarının kudsiyetini artırsın; bazısı da şöyle dedi: – Allah-ü Teâlâ şanında en yüksek irfana sahib olan, onda en çok hayrete dalandır.. Hakk-el-yakine gelince, bu dahi, Sübhan Hakkı taayyünün kalkmasından sonra müşahededen ibarettir; hem de mütaayyinin dahi izmihlalinden sonra.. Ve bu; Hakkı Hak ile müşahededir; kendisi ile değil.. Zira, Sübhan Hakkın ihsanlarını, ancak onun taşıyıcıları alabilir. İşbu müşahede, bekâbillahta tasavvur edilir ki; orası: – «Benimle duyar ve benimle görür...» Mânâsına gelen kudsî hadisle ifade edilen makamdır. O makamda, Sübhan Hak, kendi katından sırf inayeti ile salike bir varlık verir.. Amma, mutlak fenâda tahakkuk ettikten sonra.. Bu fenâ dahi, Sübhan Hakkın zatında ve sıfatında olmaktadır. Bu fenâdan sonra onu, sekir ve gaybet halinden çıkarır ayıklığa ve uyanıklığa getirir.. Yüce Hakkın ihsan edeceği bu vücud için şöyle denir: – Hibe edilen Hakkanî vücud.. Bu makamda, ilim ayne hicab olmadığı gibi; ayn dahi ilme hicab olmaz.. Hatta şöyle olur: Şühud aynında âlim, ilim aynında dahi müşahid.. Bu öyle bir taayyündür ki: Arif onu, bu makamda Sübhan Hakkın aynı olarak bulur; kevnî taayyün olarak değil.. Zira şühud nazarında, ondan yana bir eser kalmamıştır. Tecelliyat-ı sûriyeden sayılan; salikin, Yüce Hakkın aynı olarak bulduğu taayyünler ve suretler, kevnî taayyünlerdir. Onlara asla fenâ düşmemiştir. Biri nerede! diğeri nerede!. Rabb'ül-erbab ne! toprak ne!. Her ne kadar avam katında; salikin kendi nefsinde Hakkın aynı bulduğu surî tecelli ile, yine onun vicdanında Hakkın aynı olarak bulduğu hakk-el-yakin arasında, ibarenin zahirine göre fark olmadığı vehmini verir ise de; lâkin ikisi arasında fark vardır. Şöyle ki: Tecelli-i surîde: – Ene.. (Ben..) Tabiri, surete düşer.. hakk-el-yakînde ise; hakikata düşer. Salik, tecelli-i surîde Sübhan Hakkı görür; ama bu makamda. Hakkı Sübhan Hak ile görür, kendi nefsi ile değil.. Çünkü, bu makamda nefsini görmesi mümkün değildir. Tecelli-i surîde, şühud ıtlakı cevaz yolu iledir; çünkü: Hakkı Sübhan Hakkın gayrı ile görmek mümkün değildir. Bu, hakk-el-yakin mertebesinde olur ki: Şühudun hakikati orada tahakkuk eder. Bazı zamane şeyhleri, anlatılan farka muttali olmadıkları, kevnî taayyünden başka da taayyün bilmedikleri için; anlattığım şekilde, hakk-el-yakîni tefsir ettiklerinden ötürü; büyüklere dil uzatmaktadırlar. Allah onların sırlarının kudsiyetini artırsın. Yine sandılar ki: Bu yakîn, sülûkte ilk basamak olan surî tecellide hâsıl olur. Hatta şöyle bir hükme varan dahi oldu: – Onlara nihayette hâsıl olan hakk-el-yakîn, ilk basamaklarımızdaki surî tecellide bize hâsıl olur. Bir âyet-i kerime meali: – «Allah, dilediği kimseyi, sıratı müstakime hidayet eder.» (2/213) Vesselâm..
|