MEVZUU:
a) Sübhan Hakkın sekiz sıfatı ile alâkalı hususlar..
b) Peygamberlerin taayyünatının (ayan olmalarının, belirmelerinin) mebde'leri (başlangıçları) ve sair halkın taayyünat mebde'leri ve bunlara taalluk eden hususlar.
c) Peygamberlerin tecellileri ile evliyanın tecellileri ve şühudları arasındaki fark..
d) Peygamberlerin vasıtalığı ile kâmil olan tabilere hâsıl olan vasl-ı üryanın tahkiki..
e) Meşâyihin ibarelerinde vaki olan mahiv ve izmihlal lafzının tahkiki.. Allah, onların sırlarının kudsiyetini artırsın. Bu münasebetle bazı hususların beyanı..


***

NOT: İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahdum Camiul-ulum'üzzahiriyeti vel-esrar il-batıniye Mecd'üd-din Hâce Muhammed Masum'a yazmıştır. Allah-ü Teâlâ ona selâmet ihsan eylesin.

***

Bilesin ki,

Vacib'ül-vücud Allah-ü Teâlâ'nın sekiz hakikî sıfatının, evveli hayat olup âhiri de tekvindir.

Bu sıfatlar, üç kısma ayrılırlar.

a) Bu kısım daha ziyade halk ile alâkalıdır. Meselâ tekvin sıfatı gibi.. Bu mânâ icabı olarak, ehl-i sünnet vel-cemaattan bir grup bu sıfatın varlığını inkâr edip dediler ki:

— Bu, izafiyet sıfatlarındandır.

Ama, hakikat olan şu ki: Bu sıfat, kendisinde izafiyetin ağır bastığı sıfat-ı hakikiyedendir.

b) Bu kısımda dahi izafiyet vardır; lâkin birinci kısma nazaran, izafiyet durumu bunda daha azdır. Meselâ: İlim, kudret, irade, semi', basar, kelâm gibi..

c) Bu kısım, üç kısmın en alâsıdır. Şekillerin hiç biri ile. bunun âlemle alâkası yoktur. Bunda izafet kokusu dahi yoktur. Meselâ: Hayat.. Bu sıfat, sıfatların en çok câmi olanı ve her şeyin aslı ve en sabıkıdır (rütbece ilerde olanıdır). Buna en yakın olan dahi, ilim sıfatıdır. Bu ilim sıfatı dahi, Hatem'ür-rüsul Resulûllah (S.A.) efendimizin taayyün mebdeidir. Ona ve diğerlerine salât ve selâm.. Kalan sıfatlar dahi, diğer mahlukatın taayyün mebde'leridir.

Her sıfatın mütaaddid alâkaları dolayısı ile, cüz'iyatı vardır. Tekvini ele alalım. Bunun değişik çeşitte taallukatı dolayısı ile, çokça cüz'iyatı vardır. Meselâ: Tahlik, tarzik, ihya, imate.. (Yaratmak, rızıklandırmak. diriltmek, öldürmek..) Bu cüz'iyat dahi bütünleri gibi olup mahlukatın taayyün mebdeleridir.

Bir kimsenin taayyün mebdei külli olursa; erbab-ı taayyünatın mebde'leri, o şahsa ittibaen o küllinin cüz'iyatı olur.. Ve; onun kademi altında kalırlar. Bu mânâ icabı olarak, şöyle dediklerini işitirsin:

— Falan kimse, Muhammed'in kademi altındadır. Falan kimse. Musa'nın kademi altındadır. Falan kimse, İsa'nın kademi altındadır. Bunların hepsine salât ve selâm olsun.
 

(Her sıfatın, çeşitli şeylere bağlılığı olduğu için parçaları vardır. Şöyle ki, tekvîn sıfatının, yaratmak, rızk vermek, diriltmek ve öldürmek gibi çeşitli bağlılıkları olduğu için, parçaları olmuştur. Bu parçalar da, bütünleri gibi, insanların mebde-i ta’ayyünleri olmuştur. Mebde’leri, sıfatların parçaları olan ta’ayyünler, mebde-i ta’ayyünü, sıfatın bütünü olan kimseye tâbi’ olur. Onun ayağı altında, gölgesinde yaşar. Bundan dolayı, (Filân kimse Muhammed aleyhisselâmın ayağı altındadır, falanca, Îsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır, bir başkası için de, Mûsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır) demişlerdir. / HAKİKAT Yayınevi Tercümesi))


Anlatılan cüz'iyat hâsıl olduktan sonra, sülûk yolu ile terakki edip külliyatına katılır. İşte o zaman, cüz'iyatın şühudu külliyatın şühudu olur. Fark dahi asâlet ve tebâiyet icabı kalır; imtiyaz dahi tavassutun olması ve olmaması ile olur. Zira, uyanın bulduğu ve gördüğü mümkün değildir ki; tavassut olmadan meydana gelsin. Çoğu kez, tabi durumda olan bir kimse, kendi kusurundan olacak; aslın tavassutunu bilmeyebilir. Lâkin, hakikatte asıl olan tabi ile onun neşhudu arasında bir haildir. Ama onu, şühuddan ayıran bir hâil değildir. Tam aksine o, şühuda sebeb olur. Tıpkı, saf bir gözlük gibi..

Bir küllinin cüzlerinin, ondan çıkıp bir başka küllinin altına girmeleri caiz değildir. Yani: Bir başka küllinin altına girecek.. îşte bu olmaz. Meselâ: Musa'nın (a.s.) kademi altında bulunan kimselerin. İsa'nın (a.s.) kademi altına girmeleri gibi.. Lâkin, Muhammed'in (S.A.) kademi altına girmeleri mümkündür. Hem de her zaman. Zira, Muhammed'in (S.A.) Rabbı, Rabb'ül-erbab'dır. Bütün bu külliyatın dahi aslıdır. Bu cüz'iyata nisbetle de aslın dahi aslı olur. Böyle olunca, bu terakki, aslın dahi aslına olur: aslından ayrı bir asla değil..

Bu durumda, fark cüz'iyat ile onların külliyatı arasında kalır. Şöyle ki: Cüz'î için iki hâil (perde, mânia) vardır. Biri, onun aslı olup onun için külli sayılır. İkincisi dahi aslın da aslıdır.

O cüz'înin aslı olan külli, aslın da aslı olan hicabıdır.

(Parçalarla, bütünleri arasında, şu ayrılık vardır ki, parçanın önünde iki perde vardır: Birincisi, kendi bütünü olan aslıdır. İkincisi, aslının aslıdır. Kendi bütününün perdesi ise, yalnız aslının aslıdır. / HAKİKAT Yayınevi Tercümesi)

 

Üstte anlatılan mânâdan da bilinmiş oldu ki: Allah'ın Resulü Muhammed'in şühudu (görmesi, şahid olması), taayyünlerin hicapları (var olmanın başlangıcının perdeleri) olmadan meydana gelmektedir. Allah-ü Teâlâ ona salât ve selâm eylesin. Ama, ondan başkasının şühudu, taayyünlerin hicaplarındadır. En azından da hicab-ı Muhammedi taayyününde olmaktadır. Bu mânâ icabı olarak, şöyle demişlerdir:

— Zat tecellisi, Allah'ın Resulü Muhammed'in hususiyetindendir. Allah-ü Teâlâ, ona salât ve selâm eylesin. Başkalarının tecellisi ise.. sıfatların hicaplarındandır. En azından da, Rabb'ül-erbab hicabında olmaktadır. Zira, Muhammed'in terbiyesine gelen isim, bütün isimlerin ve sıfatların üstündedir. Amma, hayat sıfatı hariç..

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

— Bu beyandan anlaşıldığına göre, sâir peygamberlerin şühudu, Muhammedi taayyünün mebdei hicabında olmaktadır; ki o, kendisinin terbiyesine gelen isimdir. Resulûllah (S.A.) efendimizin kademi altında bulunan ümmetinin evliyasındaki şühud dahi asâleten Rabb'ül erbab şühudu hicabındadır. Sâir peygamberlerin şühudu gibi.. Bu durumda, sâir peygamberlerin şühudu ile, onun (efendimizin) evliya ümmetinin şühudu arasındaki fark nedir?.

Üstteki soruya karşılık şöyle derim:

— Peygamberlerin şühudu, bu anlatılan şühuddan başkadır. Yani: Hakikat-ı Muhammediye hicabında kendilerine hâsıl olan şühuddan başka.. Ki bu şühud , onların taayyünat mebdeleri yolundan gelmiştir.. Asaleten o yolla gaybın gaybını müşahede ederler. Hem de, kendilerine mahsus olan manzaraları basiret gözlerine alarak..

Bu arada şunun da bilinmesi gerekir ki, üstte anlatılan iki şühud şu manaya değildir: Onlar, birlikte tahakkuk ederler.. Elbette şu manayadır: Terakki aslın aslına ulaştığı zaman, onun şühudu Hakikat-ı Muhammediye hicabında olur. Meselâ Hazret-i İsa gibi.. Resulûllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun..

Nitekim o. nüzulünden sonra bu devletle müşerref olacaktır.

Anlatılan terakki cidden zordur. Hatta muhal olmaya dahi yakındır. Mutlaka Allah tarafından büyük fazla ermek lâzımdır. Sebepler âleminde ise.. Muhammedi meşreb olan bir şeyhin şefkati gereklidir. Bir kimse, kendi aslında terakki eylemeyip hakikatından ayrılmaz ve hakikatler hakikatına ulaşmaz ise; onun şühudu, ancak kendisine mahsus hakikatta olmaktadır.

Şunu bil ve anla ki,

Zat-ı Hakkın huzuruna doğru, hakikatler hakikatinden uzanan bir yol bulunup ona ulaştırdığı gibi, ama nice nice menzillerden sonra; aynı şekilde sâir külliyat hakikatlerinden dahi oraya çıkan bir yol bulunup nice merhaleleri geçtikten sonra o Yüce Mukaddes Zata ulaştırır.

Bu babda asıl söz şudur ki: Hakikatler hakikati yolunda vasl-ı üryan (çıplak, açık kavuşma - nurani hicapların da tamamen kalkmasıyla varılan mertebe. Allahu Teâlâ'ya kavuşma hali. Nihayete erme) olup sair tarikatlarda dahi eğer müyesser olursa; vasl-ı zat vardır. Lâkin ince bir hicap, Hakikat-ı Muhammediye olan hakikatlar hakikatinin usulü müntehasından itibaren kalın bir perde gibi olup arada bir hâildir (perdedir). Bu hicap kalın bir duvar ve güçlü bir engel olmasa dahi, onun kendine göre sağlamlığı ve engel oluşu icabı:

— Zati tecelli..

Denmesine mânidir. Halbuki, sâir peygamberlerin dahi, asaleten Yüce Mukaddes zattan nasibi vardır; kâmil ümmetlerin dahi, onlara tebâiyet yolu ile aynı şekilde nasipleri vardır.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

— Hayat sıfatı ilim sıfatının fevkinde olduğuna göre, hakikatler hakikati yolunda hayat sıfatının taayyünü dahi, aynı şekilde hâil olur. Bu duruma göre onda vasl-ı üryan nasıl olur ve onda zatî tecelli nasıl meydana gelir?.

Bu soruya şu cevabı verebilirim:

— Bu taayyün, lataayyün (varlığa çıkmanın olmayışı - oluşun olmayışı) gibi bir şeydir. Zira o, fevkani mertebede, mahiv olup hiç bir şey olmamak durumuna gelir. Zat mertebesinde asla onun için bir itibar kalmaz. Onun zat mertebesinde bir itibarı olması dahi, lâkin o, zat mertebesinde vusulden evvel, hayat sıfatının hilâfına olarak, hiç bir şey olmamak durumuna girer. Zira hayat sıfatı, zat mertebesine ulaşır; sonra, orada hiç bir şey olmamış gibi olur.

Üstte anlatılan mânâ icabı olarak, Hakikat-ı Muhammediye'nin taayyünü ve sâir mahlukatın taayyünleri, daimî oldu; bunların zevâli dahi mertebelerin her bir mertebesinde muhal oldu.

Evet; bir şeye vâsıl olmak, onda izmihlale uğramaktan başkadır. Meşâyihten bazılarının ibarelerinde geçen:

— Mahiv.. izmihlal..

Tabirlerine gelince; ondan murad, nazarî olan mahivdir. Aynî olan mahiv değildir. Yani: Nazarından, salikin taayyünü kalkar; amma işin aslında o, mahvolmuş değildir. Zira öyle bir şey ilhaddır; zındıklıktır. Bu tarikatta nakıs olan bazı kimseler, bu mevhum lafızları aynî olan mahve ve izmihlale hamletmişler ve zındıklığa girmişlerdir. Dolayısı ile, âhirete dair azabı ve sevabı dahi inkâr etmişlerdir. Sanmışlardır ki: Kendileri, kesretten vahdete ikinci kere geçmişlerdir. Tıpkı, ilk defa vahdetten kesrete geldikleri gibi.. Yine sanmışlardır ki: Bu kesret, vahdette izmihlale uğramıştır. Yine bu zındıklardan bazıları, bu mahvi ve izmihlali büyük kıyamet kabul edip haşri, neşri, hesabı, sıratı, mizanı inkâr etmişlerdir. Kendileri doğru yoldan saptıkları gibi, başkalarını da saptırmışlardır.
 

(Hayât ta’ayyünü, lâ-ta’ayyün gibidir. Çün ki yüksek mertebelerde, bu ta’ayyün yok olur. Zât-i Teâlâ mertebesinde, bunun hiçbir değeri kalmaz. Zât-i Teâlâ mertebesinde, her ne kadar, başka sıfatların da, hiçbir değerleri yok ise de, onlar zât mertebesine yetişmeden önce yok olurlar. Hayât sıfatı ise, oraya yetişir de yok olur. Bundan dolayı, hakîkat-i Muhammedînin ta’ayyünü ve bütün başkalarının ta’ayyünleri devâmlıdırlar. Hiçbir mertebede yok olmazlar. Evet, bir şeye yetişmek başkadır. Bu şeyde yok olmak başkadır. Büyüklerden çoğunun sözlerinde mahv olmak, yok olmak denilmektedir. Bu sözler, yok gibi olmak demektir. Yok olup kalmamak demek değildir. Sâlikin ta’ayyünü görünmez olur. Yok olmaz. Yok bilmek, ilhâd olur. Zındıklık olur. Bu yolda geri kalmış olanlar, bu sözlerden, kendi yok olur sanarak, zındık olmuşlardır. Âhiret ni’metlerine ve azâblarına inanmamışlardır. Vahdetden kesrete geldikleri gibi, başka zamânda, böylece, kesretten vahdete döneceklerini sanmışlardır. Bu kesretin o vahdette yok olacağını söylemişlerdir. Bu zındıklardan birçoğu, bu yok olmağı, kıyâmetin kopması sanmışlar. Haşrı, Neşri, Hesâbı, Sırâtı ve işlerin ölçülmesini (mizanı) inkâr etmişlerdir. Doğru yoldan ayrılmışlar, birçoklarını da saptırmışlardır. / HAKİKAT Yayınevi Tercümesi)

 
Anlatılan cemaattan birini gördüm; anlatılan arzusunu yerine getirmek için Mevlâna Cami'nin bir şiirini şahid tutuyordu. O şiir şöyledir:

Cami, mebde' maad vahdettir tamam;
Bu görünen kesret mevhum vesselam..
 

(Cami, başlangıç ve son (ahiret) tekdir;

Bu görünen çokluk, vehimden ibarettir..)
***

Amma, bilememişlerdir ki, bu beytten Mevlâna Cami'nin muradı, nazar ve şühud itibarı ile vahdete rücu ve avdettir (geri dönüştür). Yani: Müşahede edilen, zat-ı ahadden başkası olmamalıdır. Böyle olunca, kesret tamamen nazardan gizlenir. Onun anlattığı, aynı ile rücu ve vücuda bağlı bir avdet değildir.

Onlarda körlük olmalıdır. Onlar, görmezler mi ki: Kâmil bir kimseden asla acizlik, noksanlık ve ihtiyaç gitmez. Durum böyle olunca, vücudî rücu'un vahdete dönmesinin mânâsı ne olur?.

Eğer onlar, anlatılan rücu'un ölümden sonra olacağını tahayyül ediyorlarsa; bu durumda onlar küffar ve zındıklar zümresine dahildir. Zira bu durumları ile onlar, âhiret azabını inkâr edip peygamberlerin de dâvetlerini batıl saymaktadırlar.

Şöyle bir soru dahi sorulabilir:
— Sen, bazı risalelerinde şöyle yazdın:
— Ahfa fenâsı. Velâyet-i Muhammediye'ye mahsustur. Bu cümlenin mânâsı nedir?.

Bu soruya şu cevabı veririm:

— Bundan önceki tahkikten de anlaşıldığı gibi, vasl-ı üryan, Velâyet-i Muhammediye'ye mahsustur. Ondan başkalarında ise; hicaplar kalkmış olsa dahi, bir örtü gibi ince bir hicabın hâil olması mutlaka vardır. Bu dahi, daha önce anlatıldığı gibi, Hakikat-ı Muhammediye'nin tavassutundan hâsıl olmaktadır. Yücelikte, insanî mertebelerin nihayeti olan ahfaya gelince; anlatılan hâil kadar onda bir bakiye kalır. O bakiyenin mülâhazası ile, anlatılan ahfaya:

— Mutlak fenâ..

Tabiri ıtlak edilemez; böyle bir şey caiz değildir. Muhammedi meşreb olandan başka kim o bakiyeyi bulabilir ki?. Böyle keskin nazar birinde hâsıl olsa dahi, o: Muhammedi meşreb olanlardan binde birdir. Böyle biri dahi ganimet sayılır.

Meşâyih tabakatından pek çoğu, ruh ve sır üzerine kelâm etmiştir. Ancak, onlardan hafi üzerine kelâm eden var mı yok mu tam bilinmemektedir. Ahfadan kelâm şöyle dursun. O kimse ki, ahfa deryasına dalmıştır ve zerrelerinden her bir zerreyi idrâk edip ona muttali olmuştur; böyle bir kimse, kibrit-i ahme
r (Kıymeti çok yüksek. Cisimleri altun hâline koyacak derecede te'sirli olduğu söylenen şey. İksir.) sayılır.

Bu mânâda bir âyet-i kerime meali:

— «Bu Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

***

Şu da bir başka soru olarak akla gelir:

— Senin kanaatin o ki, Resulûllah. (S.A.) efendimize kemalât nev'inden her ne hâsıl olursa; tebâiyet yolu ile, aynısından, onun kâmil etbâına (tâbilerine) dahi olur. Bu mânâdan olarak, vasl-ı üryandan dahi onlara bir nasib olmak lâzım gelir. Halbuki. Resulûllah (S.A.) efendimiz arada hâildir. Ne denir?.

Bu soruya şu cevabı veririm:

— Resulûllah (S.A.) efendimizin hâil olma durumu, vasl-ı üryana zararlı değildir. Zira bu vasıl, tebâiyet yolu ile olup asalet yollu değildir. Zira, hâil olma durumu tebâiyet için tekid edilmiştir; bunda münafi bir taraf yoktur. Kaldı ki, tebâiyet mânâsı tavassut edenin tahakkuku iledir; onun kalkması ile değil.. Onun kalkması asalet için yerinde olur.

Anlatılan izahtan anlaşıldı ki: Hâil olma durumu sabittir; vasl-ı üryan dahi tebaiyetle hâsıl olur: Bu mânâyı anla..

***

Burada bir başka soru da şöyle sorulabilir:

— Vasl-ı üryanın ve zatî tecellinin Resulûllah (S.A.) efendimizin kâmil etbâına ıtlak edilmesinin tevcihi nedir ki: bu ıtlakın sair nebiler (a.s.) için yapılması caiz olmamaktadır. İkisi arasındaki fark nedir?. Halbuki, Resulûllah (S.A.) efendimizin hâil olma durumu, her iki maddede dahi vardır.

Bunun için de şu cevabı veririm:

— Bu ıtlakın, kâmil olan etbaa yapılması tebâiyet itibarı iledir.

Nebinin tavassutu bu ıtlakın yapılmasına münafi değildir. Nitekim bu mânâ daha önce de geçti. Ama sair nebiler böyle değildir. Böyle bir ıtlak, onlar hakkında caiz olur ise; asalet itibarı ile olur. Zira bu büyükler, menzilleri asaleten kat edip Hazret-i Zat'a vâsıl olmuşlardır. Hiç şüphe edilmeye ki, mutavassıtın husulü ve asalet suretinde tahakkuku, anlatılan ıtlakın yapılmasına münafidir. Bu durumda, anlaşılması istenen fark açıktır.

Şunun da bilinmesi gerekir ki..

Geçmiş peygamberler ve bu ümmetin kâmilleri arasındaki asalet ve tebâiyet farkı, peygamberlerin daha faziletli olmalarının mucibidir. Zira asıl olan maksud olup, tâbi ise; onun için bir uydudur. Her ne kadar:

— Vasl-ı üryan ve zatî tecelli..

Tabiri, etba (tabi olanlar) üzerinde sahih ise de, bu tabirin metbular (tâbi olunanlar) üzerinde kullanılması sahih değildir. Yani: Peygamberler hakkında.. Uydu için bir kudret yoktur ki, asıl maksud olanın yanında bir müsavat iddiasında buluna.. Nasıl müsavat tasavvur edilir ki; pek tamam ve ekmel mânâda devlet, asıl olanadır. Tâbi için bu durum, isim ve resim yönü iledir.

Ne var ki, anlatılan münasebet aradaki bağlılığı sağlama çıkarmakta ve tabi olanı metbu gibi kılmaktadır. İşbu mânâ icabı olarak, Hatem'ür-risalet Resulûllah (S.A.) efendimiz şöyle buyurdu:

— «Ümmetimin uleması, Benî isrâil'in enbiyası gibidir.»

Üstte anlatılan mânâdan anlaşılmış oldu ki: Bu ümmetin velîlerine zati tecellinin husulü; kendilerinde zatî tecelli bulunmayan enbiyadan daha faziletli oldukları vehmini veremez. Anla.. Zira, böyle yanlış bir anlayış, ayakların kaydığı yerdir; insafı elden bırakma..

Bunlar, öyle ilimlerdir ki; Allah-ü Teâlâ bu kulunu tercih etmiştir. Habibi Muhammed hürmetine.. Ona ve âline salât ve selâm olsun..

***

Üstte anlatılanların dışında, şöyle bir soru sorulabilir:

— Mukarrer olan şu ki, âlemin yaratılmasından maksad Hatem'ür-rüsul Resulûllah efendimizdir. Ona ve diğerlerine salât ve selâm olsun. Ondan başkaları ise; varlık özünde uydu sayılırlar. Kemalât husulünde ve üstün derecelere çıkmakta onun tebâiyetine muhtaçtırlar. Bu mânâ icabıdır ki: Âdem ve diğerleri onun sancağı altında olacaklardır. Halbuki sen şöyle diyorsun:

— Sâir enbiyaya vusul devleti, asâlet yolu iledir; tebâiyet yolu ile değil.. Bunun mânâsı nedir?.

Bu sorunun cevabını şöyle verebilirim:

— Muhammed Resulûllah'a kendi hakikatından Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'a çıkan bir yol olduğu gibi; sair peygamberlerin dahi kendi hakikatlerinden o şanı yüce Hazret-i Zat'a ulaşan yol vardır. Ama bunlarda tebâiyet yoktur. Haliyle ümmetler böyle değildir; zira onlar matluba, enbiyaya tebâiyetle vâsıl olurlar. Her birine has istidada göre ve hakikatleri yolundan.. Onlar hakkında asâlet yoktur. Bu babda söylenecek netice söz şu ki: Enbiya her ne kadar asâletli olsalar dahi, yani: Vuslatları.. yine de vasl-i üryan değildir. Zira Hatem'ür-rüsül Resulûllah (S.A.) efendimizin hakikati, esas matlubdan uzaklaştıran ince bir hicaptır. Her feyz, evvelâ zarurî olarak, bu hakikatle ittisal eder; daha sonra da onun vasıtası ile diğerlerine ulaşır.

— Tebâiyet..

Tabirinin mânâsı ise; anlatılan tavassutun husulüdür. O asâlet dahi bu tebâiyete münafi değildir.

İyi düşünmek gerek; onlar hakkında sabit olan tebâiyet, bu tebâiyetin ötesindedir. Zira o, asâlete münafidir. Bu mânâ, birçok kere geçti. Onları bul.

***

Bu arada yine bir soru vardır:

— Uruc mertebelerinde, hayat sıfatı mertebesinden kâmillere nasip var mıdır, yok mudur?.

Şeklinde sorulabilir. Bunun için hemen şöyle derim:

— Evet; vardır.

***

Şu da bir başka soru:

— Daha önce de geçtiği gibi, anlatılan hayat sıfatının nihayeti izmihlal ve hiç bir şey olmamaya geçmektir. Yani: Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'ta.. Bu mahiv ve hiç bir şey olmamak makamından kâmil olan zatların nasibi nedir?. Daha önce sen şöyle demiştin:

— Hakikatlerin taayyünlerinde aynî olan izmihlal yoktur. Şayet olursa nazarîdir. Ayni izmihlale kâil olmak, zındıklığa götürür.

Bunun için de şu cevabı veririm:

— Onda, ayni olan izmihlalin husulü nereden lâzım gelsin; nazarî olan izmihlal onda yeterlidir. İsterse, bu izmihlalde mertebeler değişik olsun.

Bu anlatılanları anla.

Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

Selâm hidayete tâbi olup Mutabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara..

Ona ve âline salâtların en tamamı, selâmların ekmeli..
 

 


Hakîkat Kitâbevi Tercümesi